Bir süre sonra yüzü yavaştan düştü. İçi kocaman bir hüzünle doldu. Çok derin bir ah çekti içinden. Kafasını iki yana salladı, aklını toplamak istercesine. Otobüs durdu, indi. Bu sefer hiç etrafına bakınmadı.
Yataktan kalkar kalkmaz derin derin nefesler almaya başladı. Bir balon dolduracakmışcasına alıp uzun uzun dışarı veriyordu. Tıpkı uykusunda yaptığı gibi. Bu korkunun getirdiği bir reaksiyon muydu? Hayır. Bu kesinlikle hüzünle mutluluğun karıştığı noktada ortaya çıkan bir şeydi. Baştan ayağı tere de batmıştı üstelik. Vücuduna rağmen hiç umursamadı tüm bunları. Koskocaman gülümsedi. Sanki rüyasına cevap veriyordu.
Epey hızlı ayaklanıp özenlice hazırlandı. Hiçbir şey yemeden kendini doğruca dışarı attı. Yetişmesi gereken bir yer vardı belli ki. Gözleri hep etrafındaydı, birini arıyor gibi. Elleri, dizleri titriyordu. Dudaklarını kemiriyordu. Açlıktan, yorgunluktan değildi. Tek sebebi içindeki o hiç dinmeyen heyecandı.
Otobüs durağına geldiğinde yarım saat geçmişti bile. Bunun farkındaydı fazlasıyla. Zaman ona inat iki kat daha hızlı akıyordu sanki. Beklemeye başladı. Epey beklediğini sanıyordu. Halbuki otobüs her zamankinden hızlı gelmişti. Bindikten sonra oturmak için en uygun yeri seçmeye çalıştı bir süre. Öyle bir yer olmalıydı ki yolu tam anlamıyla takip edebileceği, gözleri buğulanıp yaşarana dek kırpmadan çevrenin ihtişamını seyredip otobüse binen insanların gözlerindeki sevinci tespit edebilmeliydi. İçine sinen yeri bulduğunda hiç vakit kaybetmeden oturdu. Çantasını açıp biraz karıştırdıktan sonra kulaklığını çıkardı. En sevdiği, güne yakışacağını düşündüğü, müziği açtı.
Yolun uzun olmadığını biliyordu. Bir süre sonra ,sanki bu amaç doğrultusunda oturacağı yeri seçmemiş gibi, çevresine bakınmaktan vazgeçti. Çantasını yeniden açtı. Hiç okumaya başlamadığı yalnızca çantasında gidip gelen ve bir gün mutlaka okuyacağım dediği kitabı çıkardı. Ona göre o gün gelmişti. Kitabın sayfalarını çevirmeye başladı bir dergi inceler gibi. O günün bugün de olmadığını anlaması çok uzun sürmedi. Gözleri de ona inat hep cama kaydı esasen. Hiç direnmedi. Kitabı olduğu gibi çantasına sokuşturdu.
Birkaç kez etrafına bakındı. Derin bir nefes aldı ve tekrar seyre koyuldu yolu. Arada sırada saatine bakıyordu o kadar. Onun dışında kafasını hiç başka yöne çevirmiyordu, ilk oturduğunda yaptığı gibi…
Bir süre sonra yüzü yavaştan düştü. İçi kocaman bir hüzünle doldu. Çok derin bir ah çekti içinden. Kafasını iki yana salladı, aklını toplamak istercesine. Otobüs durdu, indi. Bu sefer hiç etrafına bakınmadı. Hedefi belliydi. Hızla yürümeye başladı. Yokuş aşağı iniyordu az daha hızlı yürüse yuvarlanacaktı. Çantası birkaç kez kolundan düştü. Hiç oyalanmadı. Yerden kapar kapmaz yoluna devam etti. Gülümsemesi geri gelmişti. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki yerinden fırlamasına çok az kalmıştı. Ona rağmen hiç yorulmuyordu. Bu onun en büyük heyecanıydı. Yolsa en sevdiği yoldu.
Çok sürmeden istediği yere yaklaştı. Ama yaklaştıkça da adımları yavaşladı. Ve bir süre sonra da durdu. Kulaklığı tekte çıkardı. Artık dinlemek istediği başkaydı. Önce uzun uzun baktı. İnsanlara, tek tek her dükkandaki kediye ve en son gökyüzüne. Sonra dinledi kuşların cıvıltısını, insanların konuşmalarını, satılan ürünlerin şıkırtısını…
Ellerini aşağı saldı başını çevirdi önce. Sonra sakince yürümeye başladı sağ tarafına. Nefesinin vücudundaki seyrini, esen rüzgarın teninde oluşturduğu ürpertiyi, kalbinde oluşan sızıyı tüm netliğiyle hissediyordu. İşte şimdi her baktığında kalbinin sıkıştığı, geçmişini geleceğini simgeleştirdiği, onun için İstanbul’un anlamı tüm ihtişamıyla karşısında duruyordu. Galata Kulesi.
O, o gün oraya kendiyle buluşmaya gitmişti. Kimseyle buluştuğunda heyecanlanamazdı o kadar. Her yerde arasa da bir tek orada bulurdu. O gün onun günüydü. Paylaşamazdı. Yalnız kendini tam hissettiği yerde Galata’da bunu yapabilirdi. Aynasını bulduğu yerde yapabilirdi.