Kudüs’e yakından nazar etmek istiyordu. Kudüs sokaklarında,
Filistin direnişini görebiliyordu. Duvarlarda yazılan yazılar, asılan posterler…
Eşref’in içi yanıyordu.
Mevsimlerden yaz, hava epey sıcaktı. Eşref, havalimanına saatler öncesinden gelmiş, uçağın saatinin gelmesini bekliyordu. Epey heyecanlıydı, çünkü artık vuslat vaktiydi.
Uçağın kalkış saati 15:30’du. Saati 13:30’u gösteriyordu. Bir an önce vakit gelse de kavuşsam sevdiğime diye iç geçirdi.
Sevdalıydı oraya, bir sevgilinin sevdiğine beslediği sevda gibi. Gidecekti, görecekti, ayak basacaktı toprağına. Her Müslüman’ın gidip görmesi gerekirdi o toprakları. Neredeyse 50 yılı aşkın süredir işgal altındaydı. Mazlum kalmıştı orası. Hak ve batılın savaşı veriliyordu orada. Burası Filistin, burası Kudüs, burası Mescid-i Aksa, burası Kubbet’üs-Sahra’ydı.
Eşref, gece Filistin’le yattı, Mescid-i Aksa’yla uyandı. Hayatını bu aşka adamıştı adeta. Hafızasında bu kutlu topraklarla ilgili bilgi kırıntıları vardı fakat yeterli değildi.
Buna ulaşmak için en güvenilir kaynağı tabii ki de Alemlerin Rabbi’nin kitabı, Kur’an-ı Kerim’di. İlk işi, Kudüs, Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs-Sahra ile ilgili ayetleri ilk önce Arapçasını okuyup sonrasında mealinden öğrenip tefsirini de okumak oldu.
Daha sonra yine Kudüs’le ilgili sahih hadisler, makaleler, öyküler, inceleme yazıları, filmler, belgeseller vb. birçok dokümanı incelemişti. Hayran olduğu bölgeyi, Kubbet’üs-Sahra’yı çok iyi bilmeli, idrak etmeliydi, yanlış bilinenleri de tespit etmeliydi. Duvara posterini astığı, özlemle gözyaşı döktüğü mescit, Mescid-i Aksa değildi aslında. O, Kubbet’üs-Sahra’ydı. Mescid-i Aksa, o alanın genel adıydı. 144 dönümlük o alanın tamamına Mescid-i Aksa deniyordu. Bunu öğrenmiş, birçok kişinin düştüğü bu yanlışa düşmemişti.
Eşref’in kalbi hızla atmaya başladı. Anonsta Tel Aviv uçağının geldiği ve yolcuların uçağa alındığı haber verildi. Evet, o gün gelmişti. Eşref, davam, aşkım dediği Kudüs’e gidiyordu artık. Hasret sona eriyordu.
Uçak, Kudüs Tel Aviv Havalimanı’na indiğinde akşam saatleri olmuştu. Uçaktan indiğinde son kontrollerden geçip çıkacaktı Eşref, yalnız bir sorun vardı. Eşref’in pasaportu Türk pasaportuydu ve bu oradaki polisler için büyük bir sorundu. Müslüman bir Türk vatandaşıydı Eşref. Onları rahatsız eden de buydu.
Polislerin çapraz sorgusundan kurtulduktan sonra konaklayacağı yere doğru yol aldı.
O kadar araştırmış, üzerine çalışmıştı ki dersinin, Tel Aviv’in, Kudüs’ün… Neredeyse bütün sokaklarını ezbere biliyordu artık. Taksinin girdiği çıktığı yollar ona tanıdık geliyordu. Girdikleri her caddede, bir zulüm olmuştu neredeyse, bundan dolayı tanıyordu caddeleri, sokakları…
O geceyi Tel Aviv’de geçirip sabah erkenden uyandı ve Kudüs’e doğru yola çıktı. Tel Aviv’le Kudüs arası yaklaşık yetmiş kilometreydi. Yetmiş kilometre, Eşref için yetmiş saat gibi geçmişti. Dakikalar geçmiyor, akrep ve yelkovan sanki duruyorlardı.
Ve an Eşref’in anıydı, sevdiğine, Kubbet’üs-Sahra’sına, Kubbet’üs-Sahra’sına, Kudüs’üne kavuşmuştu. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in hicretten bir yıl önce burada, Mescid-i Aksa’da Alemlerin Rabbi’ ne kavuştuğunu geçirdi gönlünden, öylece yöneldi mukaddes mekâna.
İlk kez Kubbet’üs-Sahra’yı canlı canlı görünce gözyaşlarına hâkim olamadı. Olduğu yerde secdeye kapanıverdi. Tam da ezan vakti gelmişti, öğle ezanı okunuyordu. Öğle namazını eda etmek için Kubbet’üs-Sahra’ya doğru hareket etti. O esnada yürüdüğü yerin üzerinden yapılan planları hatırladı. Kubbet’üs-Sahra’nın altı oyuluyordu. Amaçları en ufak bir depremle bile Kubbet’üs-Sahra’nın kendi kendine yıkılmasıydı. Hain ve sinsi planlar devredeydi.
O kutlu mabette namaz da kılmıştı Eşref, daha ne isterdi ki. Artık biraz da Kudüs sokaklarında dolaşma vaktiydi. Kudüs’e yakından nazar etmek istiyordu. Kudüs sokaklarında, Filistin direnişini görebiliyordu. Duvarlarda yazılan yazılar, asılan posterler… Eşref’in içi yanıyordu. Gözünün önüne o meşhur harita geliyordu. Seneden seneye küçülen beyaz topraklar ve artan yeşil bölgeler…
İsrailli insanların Eşref’e çok farklı bir bakışı vardı. Bunda kıyafetinde asılı olan Türkiye-Filistin bayraklı rozetin etkisi büyüktü tabii ki. İnancından aldığı güçle yürüyordu, başı dik. Çarşıda gezerken bir dükkânda bir Türk dizisinin sesini duydu ve şaşkınca o dükkâna girdi. Kendinden birini bulmuştu sanki. Burada Türkler kan bağı olmayan kardeşlerdi Filistin halkının gözünde.
Okumuştu, tahlil yapmıştı bu davayı, zulüm gören Müslümanları, esir tutulan insanları biliyordu, Mavi Marmara’yı biliyordu. Gemi Türkiye’ye geri geldiği zaman gitmişti, o vahim görüntülere şahit olmuştu.
Her mecrada anlatacaktı Siyonizmin sinsi planlarını. Duyuracaktı Dünya’ya İsrail İşgal Devleti’nin barbarlığını, zulmünü. Haykıracaktı, “İslam’ın kalesi yıkılmaya çalışılıyor, Filistinliler zulüm görüyor, Mescid-i Aksa işgal ediliyor, Filistin işgal altında, neredesin Ey çağdaş Batı, neredesin ey özgürlükler ülkesi Amerika, neredesin ey kadın hakları savunucuları, kadınlar öldürülüyor Filistin’de, Suriye’de, Doğu Türkistan’da! Zulüm Gazze’de, zulüm Hayfa’da, zulüm Ramallah’ta, zulüm İdlib’de, zulüm Arakan’da!” diye…