HAYATIN ELLERİNE HAMİYE

K. Beyza Kirenci

Ellerimde tuttuğum bilyeleri avuçlarımda karıştırıp toprak zemine bırakıyorum. Bir süre yerde dağınık duran bilyelerin rengi oyalıyor beni, durup nasıl kırılmadıkları üzerine kafa yoruyorum. Ellerime biraz toprak alıp ufalarken arkadan yaklaşan babamın sesi geliyor: “Beyza! Hadi gidiyoruz.”

Ocak ayının on sekizi. Kış İstanbul’u çepeçevre kuşatmış, göğün maviliği rengini başka heyulaların gövdelerine yaslamış duruyor. Bu bulutları mecruh havada, annem üzerini epey sarınmış arabaya doğru yürüyor, küçük kardeşimin dünya denen tamahkâr tüccara o gün geleceğini aramızdan hiç kimse bilmiyor. Arabaya biniyoruz, birtakım kontroller için hastanenin yolunu tutuyor babam, gidene kadar başımı cama yaslamış dünya üzerine gökle mülahaza ediyorum. Diz kapaklarımı göğsüme kenetlemiş, kaldırımlar üzerinde yürüyen silik silik çehrelerin hayatları hakkında tahayyüllere dalıyorum. Bir süre sonra araba hastanenin önünde duruyor, heyecanla kapıya davranıp iniyorum. Yaşıtlarıma nazaran ilgimi çeken hastanelerin ne kadar güzel olduğunu tekrar düşünüp annemin, “Bekle kızım.” diyen sesine aldırmadan kapıdan giriyorum. İçerisi yine bıraktığım gibi kokuyor, keşke bu kokuyu cebime koyup tekrar tekrar koklayabilsem diye düşünüyorum kendi kendime. Aradan biraz vakit geçiyor, ben hastanenin müziç koltukları üzerinde önümde duran televizyonda ki çizgi filmi seyre dalıyorum. Babam o hep takındığı tavırla yanımda sakince oturuyor. Az sonra gelen telefonla hızlıca uzaklaşıyor. Gözümün ucuyla ona bakıp bastıran uykumu dağıtmak adına gözlerimi kırpıştıyorum.

“Kardeşin yoldaymış.”

Duyduğum sesle uykum epey dağılıyor. Yerimden fırlayıp “Hani nerede?” diyerek beyaz fayansların üzerinde heyecanla dönüyorum. Alelacele eşyaları toparlayıp evden küçük kardeşimin önceden hazırladığımız çantasını almak üzere babamla beraber yola koyuluyoruz. Yolda, deyim yerindeyse içim içime sığmıyor. Hastaneye geri döndüğümüzde etraf kalabalıklaşıyor. Yakın akrabalar hastanenin koridorlarına dağılmış yaklaşmakta olana methiyeler diziyorlar. Hepimizin göğsünde kabaran bir heyecan, gözümüz ameliyathanenin kapısında. Az sonra annem geliyor, yüzünün her bir noktası bitap. Ona öyle bakakalıyorum. Ardından bir bebek, küçük, küçücük bir bebek. Teyzem elindeki telefonla birine bir şey anlatıyor: “Süt gibi, süt.” diye durmadan tekrarlıyor. Babamla birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Gelip bana sıkı, sımsıkı sarılıyor.

Etraf bir müddet sonra sakinleşiyor. Annemi ve yeni misafirimizi bir odaya alıyorlar. Odanın penceresine kafamı dayamış, camın o soğuk tenine yanağımı değdiriyorum. Herkes bir heyecanın kadrine layık olmaya çalışır gibi, herkes bir mağlubiyetin göğsüne madalya takar gibi. Kardeşimin yanına gidiyorum, ellerine bakıp ne kadar küçük olduğunu düşünüyorum. Durup onun kulağına hoş geldiğini, ama buranın pekte güzel bir yer olmadığını fısıldıyorum. Sanki ‘Olsun.’ der gibi yüzüme bakıyor. Cama geri dönüyorum. Elimi cebime atıp bilyelerin renklerine tekrar tekrar bakıyorum.

O gece annem ve kardeşimin hastanede kalması gerektiğini söylüyorlar bana. Onlara veda edip teyzemlere gidiyoruz. Yolda uyuyakalıyorum, sabah uyandığımda etraf epey sessiz. Yağmur cama iniyor yavaş yavaş. Sesi kulağımı okşuyor. Camı açıp yağmura değiyorum, yağmurun bir sudan ibaret olmadığını işte o gün, o pencerede anlıyorum. Ben başımı kaldırmış yağmur damlalarını tek tek görmeye çalışırken, teyzem bana sesleniyor. Hazırlanıp hastaneye gitmek için otobüse biniyoruz. Otobüste karşımda yaşını epey almış bir teyze oturuyor. Yüzünü inceliyorum, torbalanmış gözaltlarına bakıp küçük kardeşimin ellerini hatırlıyorum. Az sonra ona bakmış olduğumu fark edecek ki, yüzüme bakıp gülümsüyor. “Güzel kızım.” diyor ve duruyor bir süre. “Allah da güzel sever değil mi?” Gülümseyip tekrarlıyorum: “Allah da güzel sever değil mi?”

 

Bir Cevap Yazın

Your email address will not be published.